çözemediğim bakışlar kentinde bir düş sokağı sakiniydim ben !

çözemediğim bakışlar kentinde bir düş sokağı sakiniydim ben !

• • •

4 Kasım 2009 Çarşamba

kalem sercan da

İKİLEM
Bir kez daha oldu. Yine hiç bilmediğim, daha önce gelmediğim bir yerde kabus gördüğümü düşündürecek bir hışımla uyandım. Bu sefer simsiyah duvarları olan yarı boş ve çok soğuk bir yer. Buraya nasıl ve neden geldiğimi hatırlamıyorum. Belki de hiç bilmiyorum. Daha önce de 3-4 kere başıma geldi bu. Akşamdan çok içtim hiçbir şey hatırlamıyorum diyeceğim… İçmedim ki. Üstümdeki eski püskü battaniyeyi attım ve yavaş yavaş doğruldum. Tam şüphelendiğim gibi yine sol bileğimde yeni yaralar oluşmuş. Yaraların asilliğinden belli bunlar jiletle açılmış. Allah’tan fazla derin değiller. Ya kim yapıyor bunları bana? Karşıda duran masanın üzerindeki puslu aynada kendime baktığımda güçsüz, çökmüş bir adam gördüm. Bu kesinlikle ben değildim. Saçımı başımı düzeltirken montumun içinden bir fotoğraf düştü yere. Fotoğrafı yerden kaldırıp baktım. Çok garip . Bu fotoğrafı uzun zaman önce yırtıp atmıştım. O kızı görmeye tahammülüm yok. Hayatımın bir bölümünü altüst etti o. Beni çok güzel ama yalan bir hayalin içinde yaşattı ve sonra da öylece gitti. Giderse gitsin çok da umurumda… hem neden bu resim hala bende ki. Ucuz bir fotoğraf bu pozu verenden kaynakanıyor tabii. Aslında bana yararı oldu onun. Hayatta hiçbir kıza bağlanmaman gerektiğini anladım. Oyunu kuralına göre oynarsan kazanan sen olursun. Ben de öyle yaptım. Onu tek başıma unutamazdım. Bu yüzden karşı cinsten birini onu unutmak için feda ettim.şimdi bir başkasıyla mutluyum aslında.

İçinde bulunduğum rahatsız edici ve karamsar ortamı terk edip bildiğim bir yere ulaşana kadar yürümeye karar verdim. Bana ne oluyordu? Bir doktora falan mı gitmeliydim? Yok artık deli miyim ben? Ama ye öyleysem?

Sonunda… medeniyet! Tanıdık birkaç bina ve sokak. Buradan yolumu bulabilirim. Midemden geldiğini düşündüğüm bir ses bana acıkmış olabileceğimi hissetirdi. Deniz kıyısındaki banklara oturup, gözlerinin altında yaşadığı zor yılların izleri olan simitçiden aldığım simitle martı sesleri eşliğinde bir ziyafet çektim. Yok arkadaş yok… Yaşadığın şehirde deniz olacak.

Yorgundum. Sanki günlerdir uyumuyormuş gibi hissediyordum kendimi. Tam kalkma hevesindeyken ağlayan bir çocuk yanıma gelip oturdu. Neden ağladığını sorduğumda, gözyaşlarının yere düşen yarısı yenmiş bir elma şekeri için olduğunu söyledi. Cebimden çıkarttığım parayı eline iliştirirken ona “İyi tarafından bak. Elma şekerinin yarısını yemiştin zaten şimdi gidip kendine bir tane daha alabilirsin. Eğer o şekeri düşürmeseydin sadece bir tane yemiş olacaktın. Şimdiyse birden fazla yiyeceksin. Hatta şimdi git ve kendine en irisinden kıpkırmızı bir elma şekeri al.” dedim. Çocuk gülen gözlerle parayı alırken “sağol amca!” dedi ve koşan adımlarla yanımdan uzaklaştı. Ne amcası be üniversiteye gidiyorum ben velet. Çocuğun arkasından bakmak ve içimdeki tüm kötü sözleri dışavurmak güzel olabilirdi. Ve bir o kadar da gereksizdi. Onun yerine kız arkadaşımla buluşmayı tercih ettim. Aradım geldi. Dolaşıyorduk oradan buradan konuşarak. Ta ki hayatımın bir bölümünü siyaha boyayan dişi yaratıkla karşılaşana kadar. Bizi görünce anlam veremediğim bir sinirle yanımıza geldi. Ve bana bir tokat attı. Hemen ardından “sen ne biçim adamsın? Dün söylediklerine bak bugün yaptıklarına’’ gibisinden yine anlam veremediğim bir şeyler geveleyip gitti. Tam ilk şoktan kutuluyordum ki bu sefer kız arkadaşım bir tokat attı ve “pislik” deyip çekip gitti. Allah’ım ne oluyor böyle? Ne bu şimdi şamar oğlanına döndüm. Kafayı sıyırıyorum galiba. Ne yaptım ben dün hatırlamıyorum ki. İncil’in dediği gibi diğer yanağını da çevir. Giderseniz gidin be başka kız yok sanki.

İyice kafam karışmıştı eve gidip yatmaya karar verdim. Otobüs durağında bir kızla tanıştım. Güzel bir kız. Kız arkadaşım, ha özür dilerim eski kız arkadaşım birkaç gün sonra arayıp özür dilemeye çalıştığında bu özrü kabul etmemek için kullanabileceğim çok güzel bir kız. Ama kızmayın bana, ya ağlayan olursun ya da ağlatan. Bu oyunun kuralı ve bu kuralı ben koymadım.

Eve geldiğimde daha akşam bile olmamıştı, ama garip uyku çökmüştü üzerime öylece kanepeye uzandım ve salonun sıradan görüntüsü yerini tatlı rüyalara bıraktı.

***

Uyandığımda yattığım yerde olmadığımı fark ettim burası kendi evimdi. Ama ben dün ruh halime uygun siyah duvarları olan izbe bir yerde uyumuştum. Yattığımda akşamdı ve hala akşam… uzun zamandır güneş görmediğimi fark ettim. Uyandığımda ilk onun yüzünü görmek isterim. Bu yüzden elimi montumun cebine atıp onun fotoğrafını çıkarmak istediğimde yerinde olmadığını fark ettim çok garipti. Oraya koyduğumdan adım gibi emindim. Afyonum henüz patlamadığından kendime bir kahve yaptım. Kahvemi sigara yardımıyla yudumlarken aklıma yine o geldi. Beni öylece bırakıp gitmişti. Hem de ona deli gibi aşıkken. Bu yüzden ondan nefret ediyordum. Yani ona hem aşıktım hem de ondan nefret ediyordum. Zaten oluş zıt kuvvetlerin savaşı değil midir? Aşk ve nefret gibi. Yani nefret olmasaydı aşkın da bir anlamı olmazdı. Ondan nefret ettiğim için aynı zamanda kendimden ve dünyanın geri kalanından da nefret ediyordum. Benimkisi umutsuzdu biliyorum ama yine de aşktı. O her şeydi ve her şey de onu hatırlatıyordu. Ne zaman ağlayan bir çocuk görsem o gelirdi aklıma. Öyle çaresiz, öyle korumasız öyle ürkek ve ne zaman kedi kovalayan bir köpek görsem yine o geliyordu aklıma. Öyle saldırgan, öyle öfke saçan. Görmüş olduğum son yüz, tatmış olduğum son nefes hep oydu. İlk zamanlar onu unutmayı ve hatta bunun için başka birisini bulmayı düşündüm. Kendimle öyle çeliştim, öyle çeliştim; ama sonunda hep aşk ve nefret kazandı. Gerisi bol sigara dumanı, gözyaşları ve kan… evet , kan. Biliyorum biliyorum saçma gelebilir; ama canım öyle acıyordu ki bu acıyı dindirsin diye fiziksel acılara ihtiyacım vardı. İster korkmak deyin, ister kaçmak, isterseniz yenilmişlik koyun adını; ama o asil yaralar acımı biraz olsun azaltan tek şey. Ama bugün son, hepsi bitecek. Bugün aşkım sonsuzluğa ruhumsa huzura erişecek. Hemen öyle günah demeyin. Varlığımızı kanıtlayan nedir? Çektiğimiz acılar, mutluluklar. Kalp atışlarımızı hissetmemiz mi? Bunlar sadece algı. Algılara güven olmaz. Algılar yanıltabilir. Algılarla hiçbir şeyin varlığı kanıtlanamaz. Yani aslında yokum. Olmayan bir şeyi yok edersem ortada bir suç dolayısıyla günah da olmaz.

Yavaş yavaş doğruldum. Yatak odamda yatağımın altında duran küçük sandığı çıkarttım. İçimde dedemden kalma eski usül bilmeli bir ustura vardı. Bileme kayışının ucunu pantolonumun kemerine taktıktan sonra diğer ucunuda elimle tutup kayışı iyice gerdim ve enstrümanını ahenkle çalan bir sanatçı edasıyla usturamı biledim.

Eğer öleceksem bu onu gözlerinin önünde olmalıydı. Yağan yağmura aldırmadan şehrin ruhu kayıp sokaklarında yürürken, ayaklarım birden onun penceresinin altında duruverdi. Cebimden telefonumu çıkarttım ve onu arayıp pencereden dışarı bakmasını söyledim. İlk başlarda bunu hiçbir şey değiştirmeyeceğini ve eve gitmemi söylesede sonunda onu ikna ettim. Bense tam pencerenin karşısındaki köşeye oturmuş o karamsar ay ışığının yüzüme vurmasını bekliyordum. Pencereye çıkmasıyla birlikte bu gerçekleşti. Onu artık hiçbir söz, hiçbir koşul ikna edemezdi. Biz artık iflah olmazdık anlayacağınız. Pencereden “ne istiyorsun” dercesine bakan gözlerinin içine içine baktım uzun ve soluksuz. Sessizlik o kadar gürültülüydü ki bunu bozmak için “seni seviyorum” diye bağırmak geldi içimden. Hiç nefes aldırmadan aralıksız ateşe başladı “ne sevgisi be? Sen onu git sabah yanındaki kıza anlat” dediğinde bir şaşkınlık haline bürünmüştüm. Ne kızından hangi sabahtan bahsediyordu? Sabahı yaşadığım mı vardı sanki benim? Her günüm geceydi zaten. “ne kızı ne saçmalıyorsun sen?” dediğimde sadece “git!” dedi. Ve bununla beraber uyarı atışı denebilecek bir yara açıldı sol elimin avuç içinde. “ruh hastası defol git buradan” diye bağırdı. Bense sadece güldüm ve o asil yarayı kirletir gibi iyice oydum. “Allah belanı versin. Seni tanıdığım güne lanet olsun. Sevmiyorum seni.” Derken gözlerinden sızmaya başlayan gözyaşları ne kadar da yalan söylediğini gösteriyordu aslında. Bu güne kadar ayrıldıktan sonra bile bana hiçbir zaman “seni sevmiyorum” dememişti. Yalandan da olsa bu laf ağır bir hakaret gibi yüzümde patladı. Ve sonra bir yara daha… “yalvarırım git buradan dediğindeyse dibi gelmiş sigaramı kan akan avucuma bastım ve yağan yağmurla karışık bir tebessüm gönderdim. Nedense aşk deyince kırmızı, ölüm deyince siyah gelir akıllarınıza. Halbuki aşk siyah, ölümse en az yere düşen her damla kanım kadar kırmızıydı.

Yağmurun yeni dindiği bir sonbahar günüde ilk defa onunla beraber dışarı çıkmıştık. Ne pahalı bir restaurant ne de şık bir kafeydi gittiğimiz yer. O kadar kapılmıştık ki birbirimize bir kenar mahallenin ara sokağında sıvası dökülmüş bir merdivende bulduk kendimizi. Ve her şeyin yağmurlu bir günde başlaması gibi yine her şey yağmurlu bir günde bitiyordu.

Son bir darbe… ve ne akan kan umrumda ne de gözümün yavaş yavaş kararması. Ama o kadar kolay olmadı. Birden öyle bir korku sardı ki bedenimi tahammülü zor, tarifiyse imkansız… ya onu bir daha göremezsem?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder